
Uzun yıllar önceydi. İslami hareketin İran’da kökleşmesi için biz mollalar ve dindar aydınlar gece gündüz şehirleri, kasabaları, köyleri dolaşıyor, irşat faaliyetlerini yürütüyorduk. Bazen yurt dışına çıktığımız da oluyordu. Bu yurt dışı gezilerimin birinde Almanya’nın Hamburg kentine uğradım. Bu kentteki ...
Uzun yıllar önceydi. İslami hareketin İran’da kökleşmesi için biz mollalar ve dindar aydınlar gece gündüz şehirleri, kasabaları, köyleri dolaşıyor, irşat faaliyetlerini yürütüyorduk. Bazen yurt dışına çıktığımız da oluyordu. Bu yurt dışı gezilerimin birinde Almanya’nın Hamburg kentine uğradım. Bu kentteki İranlılarla bir araya gelip irşat görevimi yaptığım günlerde bir dostum Almanya’da yaşayan Sünni Türklerden bahsetti bana. Dostum:
— Hamburg’ta bir grup Türkiyeli işçi var, dedi. Çok temiz, dindar, kültürlü gençler. Onlarla tanışmak ister misin?
Hemen kabul ettim. Onlara Ehl-i Beyt’i tanıtabilme fırsatını yakalayabileceğim için çok mutluydum.
Bir yemek ortamında Türkiyeli Müslümanlarla buluştuk. Dostum beni:
— Doktor Beheşti, İranlı bir din âlimi! Diye tanıttı onlara.
Küfür diyarında, siyah sarıklı, cübbeli, uzun sakallı bir İslam âlimiyle tanışmak heyecanlandırmıştı Türkiyeli Müslüman grubu. Hararetle elimi sıktılar, kucakladılar beni. Sünni olmalarına rağmen bir Şia âlimini böyle içtenlikle karşılamaları hoşuma gitmişti. Bu sıcak ortamı fırsat bilip hemen Ehl-i Beyt konusunu açtım. Ehl-i Beyt düşmanlığının Allah ve Resulünü gazaplandırdığına dair birkaç hadis okudum. Türkçe bilmiyordum. Hadisleri Almanca okumuştum. Dostum hadisleri Türkçeye tercüme etti. Kısacası dostum aramızda tercüman görevi görüyordu.
Söylediğim hadisler kendilerine tercüme edilince Türkiyeli Müslümanlar şaşkın, garip tavırlarla bakıştılar. Sonra üzüntülü, sorgu dolu bakışlar bana yöneldi. Benim birdenbire bu konuyu açmam ve pat diye bu hadisleri okumam gerçekten onları şaşırtmıştı. Ayrıca üzmüştü de...
Aydın bakışlı, temiz yüzlü gençlerden biri dostuma dönerek:
— Lütfen, diye konuştu. Üstadımıza sorun, o bizi Peygamber ailesinin düşmanı mı sanıyor? Ehl-i Beyt’i sevmediğimizi mi sanıyor?
Dostum:
— Hâşâ! Diye atıldı. O nasıl söz?
— O halde daha tanışır tanışmaz neden hemen bu konuyu gündeme getirdi ve Ehl-i Beyt düşmanlığının Allah’ı gazaplandırdığı konusunda bizi uyardı? Ona söyleyin Türkiye’de Peygamber ailesinin sevgisiyle dolu olmayan bir tek dindar ev yoktur. Çoğumuzun adı Ali, Hasan, Hüseyn, Fatıma ve Zeynep’tir. Ülkemizde anneler ve babalar çocuklarını Kebela yasıyla büyütüyorlar, Fatıma aşkıyla büyütüyorlar... Onun söylediği hadislerin daha çoğunu biz biliyoruz!
O gençlerle, Türkiyeli dindar işçilerle uzun uzun konuştum. Sohbetimiz gece yarısına kadar sürdü. Büyük bir teessürle, büyük bir teessüfle biz Müslümanların birbirimizi tanımadığımızı anladım. Ben önemli bir Şia âlimi olduğum, dünya görmüş bir entellektüel birikime sahip bulunduğum halde Sünni kardeşlerimi tanımıyordum. Onlar da bizi tanımıyorlardı. Biz Şii Müslümanlar, Sünni kardeşlerimizi Yezid yanlısı, Ehl-i Beyt düşmanı sanıyorduk. Sünni Müslümanlar da Şii kardeşlerini gece gündüz sahabelere söven, Peygamber eşlerine dil uzatan, namaz kılmayan, Kur’an’ın tahrif edildiğine inanan; Peygamberliğin Ali’ye gelecekken yanlışlıkla Muhammed Aleyhisselama verildiğini iddia eden sapıklar sanıyorlardı. En azından halklar olarak biz böyleydik. Âlimlerimiz de bu yargıyı değiştirmek için hiç uğraşmıyorlardı.
Eğer birbirimizi tanısaydık Sünni’nin de Şii’nin de Mü’min olduğunu, namaz ehli olduğunu, Kur’an ve Peygamber aşkıyla coştuğunu bilecektik. O zaman düşmanlarımız vahdetimize darbe vuramayacaktı. Gücümüz dağılıp gitmeyecekti. Enerjimizi birbirimize düşmanlıkta harcayacağımıza; topraklarımızı işgal eden, şehirlerimizi yakıp yıkan, zenginliklerimize göz dikip barbar sürüleri halinde üzerimize saldıran sömürücülere karşı birleşecektik. Güç birliği yapacaktık. Zalim düşmanları, kadınlarımızın ve çocuklarımızın kanlarına susamış haçlı sürülerini geldikleri yere sürecektik. Ümmetimizi kalkındıracaktık. Bizleri yeryüzüne varis kılmak isteyen Rabbimize layık kullar olacaktık.
Bu olayın üzerinden yıllar geçti. Ama Almanya’daki o kardeşlerimin bana verdikleri ders hep yolumu aydınlattı. Her gittiğim yerde bu olayı anlatıyorum ve Müslümanları birbirlerini tanımaya davet ediyorum.
Sadullah Aydın / İnzar Dergisi
— Hamburg’ta bir grup Türkiyeli işçi var, dedi. Çok temiz, dindar, kültürlü gençler. Onlarla tanışmak ister misin?
Hemen kabul ettim. Onlara Ehl-i Beyt’i tanıtabilme fırsatını yakalayabileceğim için çok mutluydum.
Bir yemek ortamında Türkiyeli Müslümanlarla buluştuk. Dostum beni:
— Doktor Beheşti, İranlı bir din âlimi! Diye tanıttı onlara.
Küfür diyarında, siyah sarıklı, cübbeli, uzun sakallı bir İslam âlimiyle tanışmak heyecanlandırmıştı Türkiyeli Müslüman grubu. Hararetle elimi sıktılar, kucakladılar beni. Sünni olmalarına rağmen bir Şia âlimini böyle içtenlikle karşılamaları hoşuma gitmişti. Bu sıcak ortamı fırsat bilip hemen Ehl-i Beyt konusunu açtım. Ehl-i Beyt düşmanlığının Allah ve Resulünü gazaplandırdığına dair birkaç hadis okudum. Türkçe bilmiyordum. Hadisleri Almanca okumuştum. Dostum hadisleri Türkçeye tercüme etti. Kısacası dostum aramızda tercüman görevi görüyordu.
Söylediğim hadisler kendilerine tercüme edilince Türkiyeli Müslümanlar şaşkın, garip tavırlarla bakıştılar. Sonra üzüntülü, sorgu dolu bakışlar bana yöneldi. Benim birdenbire bu konuyu açmam ve pat diye bu hadisleri okumam gerçekten onları şaşırtmıştı. Ayrıca üzmüştü de...
Aydın bakışlı, temiz yüzlü gençlerden biri dostuma dönerek:
— Lütfen, diye konuştu. Üstadımıza sorun, o bizi Peygamber ailesinin düşmanı mı sanıyor? Ehl-i Beyt’i sevmediğimizi mi sanıyor?
Dostum:
— Hâşâ! Diye atıldı. O nasıl söz?
— O halde daha tanışır tanışmaz neden hemen bu konuyu gündeme getirdi ve Ehl-i Beyt düşmanlığının Allah’ı gazaplandırdığı konusunda bizi uyardı? Ona söyleyin Türkiye’de Peygamber ailesinin sevgisiyle dolu olmayan bir tek dindar ev yoktur. Çoğumuzun adı Ali, Hasan, Hüseyn, Fatıma ve Zeynep’tir. Ülkemizde anneler ve babalar çocuklarını Kebela yasıyla büyütüyorlar, Fatıma aşkıyla büyütüyorlar... Onun söylediği hadislerin daha çoğunu biz biliyoruz!
O gençlerle, Türkiyeli dindar işçilerle uzun uzun konuştum. Sohbetimiz gece yarısına kadar sürdü. Büyük bir teessürle, büyük bir teessüfle biz Müslümanların birbirimizi tanımadığımızı anladım. Ben önemli bir Şia âlimi olduğum, dünya görmüş bir entellektüel birikime sahip bulunduğum halde Sünni kardeşlerimi tanımıyordum. Onlar da bizi tanımıyorlardı. Biz Şii Müslümanlar, Sünni kardeşlerimizi Yezid yanlısı, Ehl-i Beyt düşmanı sanıyorduk. Sünni Müslümanlar da Şii kardeşlerini gece gündüz sahabelere söven, Peygamber eşlerine dil uzatan, namaz kılmayan, Kur’an’ın tahrif edildiğine inanan; Peygamberliğin Ali’ye gelecekken yanlışlıkla Muhammed Aleyhisselama verildiğini iddia eden sapıklar sanıyorlardı. En azından halklar olarak biz böyleydik. Âlimlerimiz de bu yargıyı değiştirmek için hiç uğraşmıyorlardı.
Eğer birbirimizi tanısaydık Sünni’nin de Şii’nin de Mü’min olduğunu, namaz ehli olduğunu, Kur’an ve Peygamber aşkıyla coştuğunu bilecektik. O zaman düşmanlarımız vahdetimize darbe vuramayacaktı. Gücümüz dağılıp gitmeyecekti. Enerjimizi birbirimize düşmanlıkta harcayacağımıza; topraklarımızı işgal eden, şehirlerimizi yakıp yıkan, zenginliklerimize göz dikip barbar sürüleri halinde üzerimize saldıran sömürücülere karşı birleşecektik. Güç birliği yapacaktık. Zalim düşmanları, kadınlarımızın ve çocuklarımızın kanlarına susamış haçlı sürülerini geldikleri yere sürecektik. Ümmetimizi kalkındıracaktık. Bizleri yeryüzüne varis kılmak isteyen Rabbimize layık kullar olacaktık.
Bu olayın üzerinden yıllar geçti. Ama Almanya’daki o kardeşlerimin bana verdikleri ders hep yolumu aydınlattı. Her gittiğim yerde bu olayı anlatıyorum ve Müslümanları birbirlerini tanımaya davet ediyorum.
Sadullah Aydın / İnzar Dergisi
0 yorum:
Yorum Gönder